Askerler bahçeye dalıverdi. Kızların saçı başı açık ulu orta kollarından sürükleye sürükleye çıkarttılar yuvalarından.
Ağlaşmalar bağrışmalar arasında ne olduğunu anlamadan iki ay parçasını ana kucaklarından, baba ocaklarından kopartıp faytona attıkları gibi arkalarına bile bakmadan uzaklaştılar.
Ortalığa saçılan bardak çanak, Mezguaşe’ nin sevdiği dalları kırılmış, yaşamdan uzaklaşmış çiçekleri, saksılarından dökülen topraklar, Guşef Hanım’ın saraydan gelen sandıktan boşalttığı mücevher ve altınlar öylece yerde biraz önce yaşanan dramın kalıntılarına işaretti.
Guşef Hanım bir türlü gözlerini açmadı. Hafize kendi kederini yaşayamadan, hanımının başında gözyaşı döküyor, incecik bileklerini ovup evladı gibi sevdiği Mezguaşe ve kızı Nisa için dua ediyordu.
Musa Efendi yere çömelmiş, iri ellerinin arasına aldığı başını, sırtını yasladığı kapının köşesine vurup vurup ağlıyordu.
-Vay ben öleydim de görmeyeydim Rabbim. Neden almadın şuracıkta canımı? Ne yaparız, kime gideriz biz? Nasıl kurtarırız yavrularımızı?
Hava kararasıya, Abrek efendi bahçedeki dökülen saçılanı göresiye kadar hiç kimse yerinden kımıldamadı bile.
Guşef Hanım sadece nefes alıyordu. Öylece kala kaldı acısıyla. Abrek efendi bahçeyi görür görmez içeri koştu. Kapının önünde yere yığılmış Musa’yı gördü.
-Mezguaşe, Guşef neredesiniz? Bu ne hal?
Birkaç adımda içeri girdi. Sedir de yatan Guşef Hanım’ın haline mi şaşırsın, Hafize’nin donuk bakışlarındaki anlamsızlığa mı bilemiyordu.
-Hafize neler oluyor kızım? Guşef’e ne oldu? Mezguaşe. Mezguaşe kızım neredesin? Nisa.
“İlginç Adamlar ve Kadınları” kitabımdaki “Zümrüt” adlı hikayemden küçük bir hediye…Syf.106-107